21Eki2025

Aslını bilmeyen neslini ihya edemez

Blog

EŞCİNSELLİK VE DOĞUŞTAN / SONRADAN KAVRAMLARI

Nesli Koruma

EŞCİNSELLİK VE DOĞUŞTAN / SONRADAN KAVRAMLARI

Yazar

Ümmühan DEMİRDAĞ

EŞCİNSELLİK VE DOĞUŞTAN / SONRADAN KAVRAMLARI

Sevgili Gençler;

Hayatta “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusuna muhatap olduğumuz kadar şu soruyu önce kendimize yöneltelim.

“İnsan gelişiminde genetik mi daha çok etkili yoksa çevre mi?”

Siz düşünekoyun ben şurada konuşayım.

İkisini birbirinden ayırmamız oldukça güç. Hangi kaynağı okursanız okuyun, hangi kuramın hangi savını kafanızın içinde yazıp çizerseniz çizin, son yapılan araştırmalarla her iki kavramın da birbirinden etkilendiğini göreceksiniz. En baştaki sorgumuz kadar çift taraflı etkileşimde olan bu iki kavram çıkıyor karşımıza. O zaman sizi biraz daha düşünmeye sevk edelim. Peki homoseksüellik doğuştan mıdır yoksa sonradan dış faktörlerle mi oluşur? (Buraya kadarki kısımda verilen örneklerde geçen kavramlar arasındaki karşılıklı etkileşime dikkat çektikten sonra, son soruyla homoseksüellik kavramının hem doğuştan hem sonradan olacağını ima etmiş oluyoruz. Vermek istediğimiz mesaj bu mudur?)

Muhatabımızın insan olduğunu düşünürsek ve konumuzun da insan gelişimde bir alt başlık olduğunu varsayarsak; gelişimi etkileyen en önemli iki kavram arasında konumuzu değerlendirmemiz gerekir.

Gelişimi etkileyen iki unsurun da eşcinsellik üzerinde etkisini görüyoruz. “Nasıl yani?”

Sorunuza hemen cevap veriyorum. En yakından tanıdığınız insanların mizaçlarını düş dünyamızdan hızlıca geçirelim. Kimisine çok nahif, çok düşünceli, çok empatik vs…kimisine ise anında öfkelenen, tezcanlı, kaba gibi sıfatları vererek kategorize ettiğinizi duyar gibiyim.

İnsanoğlu belirsizliği sevmez, netlik her zaman güven verir. O yüzdendir ki hemen kategorilere başvurur ve hayatı daha da kolaylaştırır. Yukarıda yaptığımız kategoriyi de genellikle kadın/erkek diye ayırırız. Toplumsal stigma olarak karşımıza hemen böyle bir kategorize çıkar. Genelde ince düşünceli empatik kesimin kadınlar olduğu konusunda, erkeklerin ise diğer kategoriye sığdırmak gibi yanlışa düşeriz. Ya da erkek çocuklarının kılıç-kalkan, şövalye, hırsız-polis oyununu beklerken kız çocuklarının evcilik, el işi becerilerini destekleyen oyunları oynamasını bekleriz. Peki ya toplumsal stigmamıza ters düşen çocuklar ya da gençler için nasıl kategori yapacağız? İşte tam da bu konuda karşımıza üçüncü bir kategori çıkıyor: Eşcinseller

(Stigma, olumsuz damgalama, yaftalama, belli bir olumsuz tutum ve davranışla ilgili kişiyi kategorize etme gibi anlamları olan bir kelimedir. Burada kullandığımız takdirde Eşcinsellere “eşcinsel” denmesinin bir yaftalama olduğunu kendi ağzımızla dile getirmiş olduğumuzu, hatta “kadın-erkek”  şeklinde yanlış bir kategorize olduğunu söylemiş oluyoruz.)

Peki, bir diğer soru hiçbir dinin desteklemediği, aile neslini tehlikeye atan ve insanın fıtratına, sağlığına ters düşen bu kategoriye gerçekten ihtiyaç var mı? Ya da bu kategori niçin ortaya atıldı, nasıl benimsetildi?

Öncelikle en baştaki iki kavramımıza geri dönelim. İşe insan sağlığına, fıtratına, değerlerine ters düşen bu kategoriyi reddederek başlayalım.

(Reddetmek, yazının sonunda çıkan bir anlam olmalı. Ya da yazının sonunda zikredilmeli. Aksi halde devamının okunması düşük ihtimal)

İlk kavramımız genler yahut genlerden gelen karakter ve kişilik özellikleri, ya da olup bitene verdiğimiz tepkiler… Literatürde bunun adı “mizaç”, İslam dininde “fıtrat”, astrolojide ise “burçlar” vs…

Olaya nasıl baktığımız, onu nasıl isimlendirdiğimiz ve kategorize ettiğimiz önemli.

Bir erkek sanat, şiir, edebiyat gibi alanlarla ilgilenen, öz bakımına çokça dikkat eden ince ruhlu biri olabilir. Bu onun mizacıdır, fıtratıdır. Değişmez olan ögedir.

Şimdi mizaç kavramının yanından ayırmadığımız çevre faktörüne yani toplumsal tepkilerimize de bakalım.

Aklınızda verdiğim kişilik özelliklerini barındıran erkek örneğini okurken ne canlandı?

Genel varoluş algısına ters düşen bu “özel” kişileri hemen kategorize ederek dışladınız, ötekileştirdiniz, alaya aldınız belki.

Güç ve rekabet gücünün, başta ABD olmak üzere, tüm dünyada ağırlığının arttığı bir sosyolojik ortamda bu durumun örnekleri sizce de artmaz mı? İzlediğiniz, başta Hollywood, Netflix, Disney gibi dijital mecralardaki filmleri bir de bu açıdan sorgulayın. Mesela kadınların güçlü olması algısının resmen can çekişerek, kendine eziyet ederek sunulduğu bir dünyada, “ince ruhlu” erkekler nasıl barınsın? Barınamadığı için bu “özel” kişiler kendilerine göre bir kategori arıyor olabilir mi?

Çevresel algının en temeli anne baba ilişkilerinden başlar. Anaokul, ilkokul ve yakın çevrede devam eder. “Niçin?” ve “Nasıl?” sorularına birlikte cevap verdikten sonra eğer insan olmaya kararlıysak, gittikçe daha fazla empati sahibi olup üçüncü kategoriye yer olmadığını, cinsiyetinin kadın/erkek olduğunu ifade edebiliriz. Fıtrat olarak güzelliklere yahut iyiliklere daha çok eğilimli olduğunu da farkettirip kendi varoluşsal süreçlerinde onlara yardımcı olabilecek faaliyetlere (edebiyat, sanat, estetik, mûsiki…) yönlendirebiliriz. Sözüm ona güç/rekabet toplumların varlığını hissettiğimiz “sözde medeniyet” içinde, gittikçe daha da yabancılaştıklarını düşünebilir, kendi bedenlerine niçin yabancılaştıklarını anlayabiliriz. Kadınsı/ erkeksi yönlerinin birbiriyle fıtrat üzerinde buluşturmaları ve iki yönün bir bedende birbiriyle savaşmaktan ziyade barışmasını sağlamak için terapiye yönlendirebilirsiniz.

Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere….

Blog

“Ben eşcinselim, kitabın beni sevmiyor, sevilmediğim bir dine neden inanayım ki?”​

“Ben eşcinselim, kitabın beni sevmiyor, sevilmediğim bir dine neden inanayım ki?”​

Yazar

Esra SÖNMEZ

“Ben eşcinselim, kitabın beni sevmiyor, sevilmediğim bir dine neden inanayım ki?”​

Sen de benim gibisin demek.

Ben de senin gibiyim.

Aslında tüm insanlar gibiyiz ikimiz. Herkes sevilmek ister değil mi? 

Hem de olduğu hâliyle. Her kimse ve her nasılsa. Bu duygusal bir istektir bizler için.

Şimdi gerçekçi olalım. Hatalarımızı yüzümüze söyleyenler mi bizi gerçekten sevebilir, yoksa hatalarımızı gördüğü halde hiç bundan söz etmeyenler mi?

‘Hata yapma’ fikri her ne kadar kulağa hoş gelmese de, hata yapmak insan içindir. Hatta erdemli olmaya giden yolun ilk taşıdır desem… 

Nasıl olur bu? 

Şöyle ki; her insan hata yapar ancak saptığı yanlış yolun bir yerinde hatasını mutlaka farkeder. Üstünü kapatıp bu konuda inat ve ısrar etmek yerine, pişmanlık duymaya başlarsa, işte orada yol çatallaşır ve erdeme uzanan bir patika açılır. 

Şüphesiz bu yola girebilmek için ilk adım zordur. 

Yanlışlarınla yüzleşmek ve hatalarını düzeltmen gerekir ki bunlar zordur.

Sancılı olur bu süreçler. 

Misal, bir tırtılın evrimindeki en büyük eşik kozasını yırtabilmesidir. ‘Ben zaten kelebeğim’ diyerek kendini kandırırsa ya da kandıran seslere meylederse işi daha da zorlaşır! 

Fakat önündeki engeli aşıp etrafını saran, görüşünü kısıtlayan kozayı yırtabilirse kurtuluş olur. Bu belki de acılı bir süreçtir onun için, fakat uçması buna bağlıdır.

Yaptığımız yanlışlar, işlediğimiz günahlar tıpkı koza misali bizim görüşümüzü engeller. Biz bu kozanın içindeyken ihtiyaç duyduğumuz şey “evet sen zaten kelebeksin” diyen yalancı ses değil, “bu kozayı yırtabilirsen kelebek olacaksın” diyen hakikatin sesidir aslında. 

İşte tam da bu sebeplerden ben sevgiden önce hep doğruyu ararım. Bana gerçekleri söyleyene dönüp bakarım. Benim kitabım, aslında senin de kitabın, bizlere dünya hayatında sıklıkla yapılan hataları söyleyerek seni, beni değil, davranışlarımızı eleştirir. Bu suretle doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt ettirir. Bireysel farkındalıklar oluşturur. Kendi benliğimizi bize tanıtır. Duygusal bir yaklaşımla hatalarını örtbas eden değil, bu dünyaya ve sonsuzluk alemine iyi insanlar yetiştirir. 

Bu bir terbiye etme biçimidir. 

Terbiye etmek en alâ yaratıcımıza yaraşır. Bu sebepten O Rabb’dir. 

Benim Rabbim, senin Rabbin, alemlerin ve alemlerdeki her şeyin Rabbi… Bizlere olan sevgisini iyiyi ve kötüyü; doğruyu ve yanlışı anlatarak göstermiş olur.

İşte gerçek sevgi buradadır! Sevdiğine doğru yolu gösterendedir; hatalara düşmesin diye uyarandadır; hata yaptın diye üstünü çizende değil, ‘kapı açık tövbe et ve gel’ diyendedir. 

Bizim kitabımız, bizim Rabbimiz, bizleri en çok seven bizlere en çok şefkat besleyendir. 

Bu yüzden gerçekten sevildiğin yere doğru gelmekten sakın korkma. 

O’ndan başka ve O’na karşı bir hayat içinde mutlu olamazsın; bunu da sakın unutma! 

“Ey kendileri aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”

Zümer suresi, 53.ayet